top of page

Beni Affet İskenderun


İskenderun...


Okuyup yazmaya verdiğim aradan sonra şimdi dinlenme ve sana yazma zamanı... Ey her hali güzel şehir, ne olur affet beni. Toprak sana bağırdığında, ruhumun dayanamayacağı bir korkuya kapıldım, dehşete düştüm. Çığlığın pek korkunçtu, kelam etme ya da anlamlı bir cümle kurup satıra dökme yetimi elimden aldı. Seni parçalayıp darmadağın etmek için bıçağını kuşanmış toprağın sana ettiklerini anlatmak için kelimeler üretemedim. Bir kez daha... Beni affet sevgili şehrim. Başına gelen felaket beni de vurdu; senin büyük trajedinin önünde durdum, her şeye dur dedim ve önce seni sonra da kendimi diriltmek için kalem oynatamadım. Baskılara karşı bir silah olarak övüncüm kelimelerim, kendilerini kalbin içine hapsettiler; seni ve beni ifade anlatmak için dışarı çıkmayı reddettiler. Sebep, gözlerindeki acının derinliğiydi. Nutkum tutulmuştu, sadece avına saldıran bir leoparın çevikliğine benzer şekilde yalnızca hızla hareket edip sıçrayabiliyordum. Acıyı kelimelere dökmekse felaketin derinliklerine gömülüp gitmişti. Bağışla beni ey İskenderun, yeryüzünün sessizliğinin, başına gelen yıkıntıların ve seni terk eden ruhların ortaya çıkardıkları kafamı allak bullak etti. 


Mahallelerini kuşatan ölüm kokusu, edebi yaratıcılığımı elimden alan, yaralarımızı birlikte sarmayı engelleyen bir şok oldu. Sonra anladım ki sen kırılan camların, yıkılan binaların ritmiyle dans ederken yaşanan sarsıntı, panik ve şaşkınlık dolu anların dehşeti karşısında kalem yetersiz kalıyor. İki dakikayı geçmeyen bu süre, zihnin kaçması ya da kaçınması mümkün olmayan sürekli bir gürültü yaratmaya yetmişti. İşte bu gürültü her gece şafak vakti ansızın pusuya yatıyor, zihnime nüfuz ediyor ve uyuma yeteneğimi elimden alıyor. 


İskenderun, bu hastalığımı hoş gör, o kara gün, hafızamda insicamlı cümlelerle silemediğim, sürekli başa saran bir kasete döndü. Hiçbir şiir, düşünce ya da öykü o saatin ve yaşattığı cehennemin ağıdını yakamaz, gürültüsünü susturamaz. Yine de, etrafımızı saran tüm bu yıkıma rağmen, ikimiz için de umut yaratan kelimelerle yeniden doğmak için kendime söz verdim ve işte bunu yapıyorum. 


Ey İskenderun, canım, dostum, ilham perim… Ey el üstünde tutulan…Kışıyla yazıyla yedi yılımın İskenderun'u, beni dikkatle dinle lütfen... Pişmanlık ve üzüntü kuşatmıştı beni, sendeliyordum, düşmemeye çalışıyordum ki yeryüzünün, kıyının çocuklarına karşı işlediği suçu anlayabileyim, bu trajediyi kavrayabileyim. Kanayan yaralar içime oturdu, boğazımı düğümledi. Tek bir acı dahi, sağanak yağmurla yan yana düşen canların ve hasarın büyüklüğü karşısında dilsiz ve kör kalmama yetti. Bu hal, birisi gelip toprakla yaşadığımız boğuşmada neler olduğunu sorduğunda ağzımdan bir iki kelimeden fazlasının çıkmamasını izah ediyor. Bir yığın kötü haber olmasına rağmen, çok şükür iyiyiz demekle yetiniyorum. 


Bağışla beni İskenderun, yaralıların yakarışlarını, evlerin ve çarşıların enkazı altında havasızlıktan, açlıktan ya da soğuktan ölümle mücadelelerini duydum ve hiçbir şey yapmadım. Yardım eli uzatmak ve kana bulanmış yüzünü silmek istemediğimden değil! Yapmadım çünkü ben de üstü moloz dolu bir tavan altında hareketsizdim. Elimde gözyaşları, dua ve ölüm seli karşısındaki tek silahım olan durmak bilmez tekbirlerden başkası yoktu. Kurtarma ekipleri ağaçları, insanları, taşları, kemirgenleri, kedileri ve diğer tüm canlıları yok eden yangınları söndürmekle meşguldü. Bazı gönüllülerle ambulans ekipleri ise ölümün dur durak bilmez salvolarını karşılamaktan aciz bir halde demir parmaklıklar, elektrikli makine parçaları ve hurdaya dönmüş araçlar arasında sıkışıp kalmış diğer canları kurtarmakla meşguldü. 

Ölümün böylesi bana pek hüzün verdi. "Ezilenlerin iniltileri karabasan gibi" hayat boyunca peşinden gelip enkaz altındaki oğlunu bekleyen anneyi sevindirebilecekken uzak durmayı seçtiğini, alçak, korkak, kalpsizin teki olduğunu düşündürecek. 


Ey İskenderun! Sana olan sevgimden, mürekkebi suskunluğundan çekip alarak ve onu harap olmuş bünyeni ihya için kullanarak yeryüzünün felaketinden kaçmaya çalışıyorum. Senin hatırın için bugün yaralarını dikmeye çalışıyorum. Yaralarını dezenfekte etmek ve gül kokan toprağına hakim olmuş ceset kokusunu yumuşatmak için mürekkebi kullanacağım.


Ey İskenderun! Sen benden daha iyi biliyorsun ki, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirsiz bir vehim uğruna hayattan vazgeçmek olmaz. Yine biliyorsun ki bilinmeyenden korkmak ölümcül bir hastalıktır. Senden o kötü sözlerle beklentilere kulak asmamanı istiyorum. Hatırlıyorum ki fişi çekilmiş dondurucuya giren birini anlatan bir film izlemiştim. Dondurucunun çalıştığını düşünüyordu. Saatler sonra kapıyı açanlar onu içeride ölü bulmuştu… İskenderun, sana musallat olan hayaletlerden kendini koru! İkram etmeye devam et, içinde dünyadaki şiddete karşı duran bir direnç meydana getir. Hayata dön... Yeşil, lila ve mavi elbiselerini takın. Felaketin izlerini sil üzerinden ve sana hiç yakışmayan hüznüne son ver. Ki ihtişam ve tılsım nişanı senindir… Bizim için gülümse İskenderun, çünkü güzel güldükçe aşığının gönlünde ışıldar. Ne olur tıpkı  Mersin'de, Adana'da, dertli kardeşin Antakya'da; senden uzak kalmak için değil, mecburiyetten gittiğim her yerde senin peşinden gitmem gibi sen de benim peşimden gel. 


Şimdi ayrılıyor olsam da sana veda etmeyeceğim. Senden ayrılıyorum, bu doğru, ama seni kesinlikle kalbimden çıkarmayacağım. Anılarımın bir yoldaşı olarak hep benimle kalacaksın. Senden uzaklaşan yalnız bedenim olacak. Aklımda yalnızca, bedenimi sana geri vermek var. O yüzden veda etmeyeceğim, “sonra görüşürüz” diyeceğim. Seni terk edeceğim İskenderun, bu doğru. Bağrında yaşarken düşüncesine bile tahammül edemediğim, bir diğer depremi bekler gibi içimi kaygıyla dolduran şey gerçekleşecek. 


Senden uzaklaşmamın sebebinden haberdar mısın? Solmuş yüzünü bana çevrili görmek beni eziyor. Çünkü, mahzun çehrenin hafızamda bir panik ve keder nişanesi, yıkık dökük binalar ve yolları kapatan beton kolonlar olarak kalmasını istemiyorum. İskenderun, lütfen beni anla. Işıltın ve göz kamaştıran örtün yerine yaralarını görmek kahredici. Şimdi daha az güzelsin demek istemiyorum, ama seni hatıralarımda eskiden olduğun gibi tutmak istedim: Çeşitli dinlerin, ırkların ve aşiretlerin karışımı. Sarışın, beyaz tenli, esmer, mavi gözlü, morlara bürünmüş, Çingen, Kürt, Arap; ha bir de hasta düşüp özlemine kapılmayayım diye yanımda tutacağım pelesenk yağı…


İskenderun.. Senden uzak düşmek gibi bir niyetim yok. Bunu çok iyi biliyorsun. Ama altındaki toprak yarılıp yüzlerce yıllık bastırılmış öfkeyi derinliklerinden çıkardığından beri, yaralarına her baktığımda, sokaklara saçılmış günlüklere, yıkık evlerin önündeki kanla lekelenmiş düğün fotoğraflarına her rastlayışımda içim sızlıyor.… Beni affet İskenderun. Umutsuzluğun beni pençesine almaması için, yıkıntılarının arasında gökyüzüne bakarak yürümek zorunda kaldım.  Ama bu da kurtarmadı beni; gökyüzün yanan lastiklerin ateşlerinin yoğun dumanıyla kirlenmişti. Özgürlüğü simgelemiyordu, boğucu bir kimyasal gaz sıkılmış gibi kuşların kendinden kaçmasına neden oluyordu. Tek çarem vardı: Çaresizliğimle yüzleşmek ve sana sırtımı dönerek çektiğin acıdan ve seni kaybetmenin kederinden kaçmak.


İskenderun, biliyorsun ki geçmişte güzel denilen başka şehirlere meftun oldum. Ama gönlüm seni, sahillerinde geçirdiğim zamanları, altın kumlarına sevdiğimin adını kazımayı, hafızamda parlayan yıldızında gezinmeyi, İskenderun'un gelini dediğim "Karaağaç" bölgesiyle kalbime yerleşip beni defalarca kendine çeken şehrin diğer mahallelerini unutmadı. İskenderun, sende yaşarken aralıksız yedi yıllık ayrılığın ne demek olduğunu anlamıştım. Şehrim Serakıp’tan uzaktım. Sana gelip, palmiyelerinin ve diğer ağaçlarının gölgesinde oturup yüreğimdeki yangına ağıt yaktığım zamanları hatırlıyor musun? Kışın beni neşelendirmek için yağmur yağdırır, mukaddes suyunla beni temizlerdin. Şimdi iki felaketle birden karşı karşıyayım. Yedi yıllık şefkatin, kahkahaların ve nazik kucağında geçirdiğim huzurlu gecelerin ardından yine mahrumiyeti yaşayacağım. Bir kez daha kırgın ayrılacağım ama seni terk etmeyeceğim İskenderun. Bunun yerine, seni Serakip'in yanına koyacağım, sana göz kulak olacağım. Seni, keder kalbimi yaktığında Serakıp’a yöneldiğim gibi kendine yöneleceğim bir sığınak yapacağım. 


Ben senden ayrılacağım, bu doğru, ama sen benden ayrılmayacaksın. Seni gittiğim her yere taşıyacağım, böylece güvenli bir sığınak olarak kalacaksın. Sevdiklerimin kahkahaları hafızama sızdığında döneceğim bir yer olacaksın.


Allah deprem kurbanlarına rahmet eylesin, yaralılara ve depremden etkilenenlere şifa versin.



- Vafi Nur, 28 yaşında, Suriyeli.



Gurbet Hikayeleri Türkiye'deki göçmenlerin şahsi deneyimlerinin kamuoyu ile buluşmasını hedefleyen aracı bir mecradır. Bu yazı yazarın şahsi tanıklığını yansıtmaktadır.

bottom of page