top of page

Babamdan Uzakta 8 Yıl


Ben on sekiz yaşında Suriyeli bir kızım. 2015 yılında, o zamanlar kaldığımız Dubai'ye geri dönme ümidiyle Türkiye'ye gelmiştik. Niyetimiz İstanbul’da tatil yapmaktı. O sırada Dubai’deki mutlu mesut aile hayatımıza devam edebilmemiz için babamın oradaki ikametimizi yenilemesi gerekmişti. Biz İstanbul’dayken Dubai’ye geri dönemeyeceğimiz netleşti. Böylece yolumuza devam etmemiz bir zorunluluk halini aldı. On yaşındaydım, annem ve kardeşimle yola çıktık. Yapabilecek bir şey yoktu, geri dönemiyorduk. Avrupa’ya iltica etmek isteyen bir grup Suriyeliyle birlikte İzmir’e gittik. Her şeyi annem ayarladı. Küçük yaşta, saf, masum bir çocuktum. Piknikteyiz zannettiğimden sevinç içindeydim. Gece vakti İzmir’e vardık. Büyükler sesimizi alçaltmamızı söyleyip duruyordu. Şaşırdım ama dediklerini yaptım. Niye diye sormadım. Geceyi geçireceğimiz otele geldiğimizde kafamda soru ve ünlem işaretleri belirmeye başlamıştı. Aile olarak sürekli gittiğimiz otellere benzemeyen bir otele varmıştık. İşte orada durum açıklık kazanmaya başladı. Şaşkınlıkla anneme “Anne neden burada kalacağız? Otel neden böyle?” diye sormuş, annemden “Çünkü daha iyi bir yerde yaşayalım diye Avrupa’ya gidiyoruz annem.” yanıtını almıştım. “Ya babam?” diye sorduğumda ise “Avrupa’ya geçtiğimizde onu da yanımıza alacağız.” demişti. Sevinmiştim çünkü toplum Avrupa’nın yeryüzündeki cennet olduğunu zihnimize nakşetmişti. Geceyi geçirdik, sabah erken saatte annem kardeşimle beni uyandırdı ve bizi kat kat giydirmeye başladı. Birden çok iç çamaşırı, pantolon ve kazak... Şaşırdım… Böyle tuhaf yollarla bavulda yer kazanmaya alışık değildim. Yine de bir şey demedim çünkü tüm aileler çocuklarını böyle tuhaf bir biçimde giydiriyordu. Bundan dolayı kendimi yalnız hissetmedim. Paralarını balonlara ve poşetlere, onları da iç çamaşırlarına koyan anneleri görünce ise daha çok şaşırdım. Çünkü benim bildiğim para cüzdana koyulurdu, iç çamaşırının içine değil. Yanımıza acele içinde yabancı birileri geldi. Adamların “Hadi hızlı, gün doğmadan yola çıkmamız lazım, zamanımız yok.” dediğini, başkalarının "Soyguncular birazdan ortaya çıkar." dediklerini duydum. Aceleyle dışarı çıktık, dışarıda bizi bir sürpriz bekliyordu: Arkası kapalı bir hayvan taşıma kamyoneti. İçine girmemiz istendi. 150 kişiydik. İçeride pek yer yoktu. O kadar ki hepimiz birden oturamıyorduk. Sırayla oturuyorduk. Birileri dinlenirken diğerleri ayakta duruyordu. Uzun saatler süren yolculuk ve kaçakçılıktan şüphelenen polisin kamyoneti takip etmesi, kamyonetin dağın tepesinde devrileyazması ve yolcular arası ara ara yaşanan kavgalar gibi çeşitli olaylar sonunda hedefimize eriştik. Kamyondan indik. Kaçakçı bize can yeleklerini giydirmeye başladı. İzmir’in sonuna kadar gittik. Adamlar botları şişirmeye girişti. Bizim payımıza düşen bot en küçük olanıydı. Sadece 25 kişilik kapasitesi vardı, Bota 85 kişi binmiştik. Kardeşimle birlikte bota bindikten sonra annemin botta olmadığını fark ettik. Hâlâ sahildeydi ve botta ona yer yoktu. Yolculardan eşyalarının bir kısmını bırakmalarını istedik. Kimi kabul etti, kimi yok dedi. Sonunda annem de yanımıza geldi ve yola koyulduk. Denizin ortasında göçmenlerden birinin çantası suya düştü. Tüm birikimi bu çantadaydı. Çantayı yakalamak için denize dalmaya çalıştı ama faydası yoktu. Fakat bu hareketi hepimizi denize dökmeye yetebilirdi çünkü botta ne denge vardı ne de yer. Öyle ki bir adam yolculuk boyunca beni kucağında taşıdı. Nihayetinde Yunanistan’da bilinmeyen bir adaya çıktık. Ufak dükkanların olduğu bir yere ulaşana dek yedi saat kadar yürüdük. Kimse bize yardım etmeyi ya da varmak istediğimiz en yakın noktaya götürmeyi kabul etmedi. Çünkü burada yasadışı bir şekilde bulunuyorduk. Bir gece sokakta, bir hafta kadar da kampla hapishane arası bir yerde kaldık. Çıkmamıza izin yoktu. Ondan fazla aile tek bir odayı paylaşıyordu. Yemek olarak günlük kişi başı ufak bir kap pilav veriliyordu. Sonunda bize Yunan başkenti Atina’ya geçme izni verdiler. Buradan sonra yolculuğumuza sahte pasaportla uçtuğumuz İtalya’yla devam ettik. Burada bir gece kaldıktan sonra uçakla Danimarka’ya geçtik. Danimarka’da bir buçuk sene kadar hükümetten cevap bekleyerek misafirhanede kaldık. Uzun mücadeleler sonunda oturum hakkımızı aldık. Aylar, yıllar içinde babamla yeniden bir araya gelebilmek için girişimlerde bulunduk ama bir sonuç çıkmadı. 2018 yılında babama kanser teşhisi kondu. Türkiye’de tedavi ve kemoterapi gördü. Hastalığın türlü meşakkatiyle tek başına başa çıkmaya çalıştı. Çünkü koşullar ve devletin bizimle işbirliği yapmayıp bize pasaport vermemesi sebebiyle onu göremedik. Bu sekiz yıl boyunca onu Türkiye’de sadece iki kere görebildik. Bir buçuk ay kadar önce babam ciddi biçimde hastalandı ve hastaneye yatırıldı. Doktorlar onu tedavi etmek için ellerinden geleni ardına koymadı fakat kaderin önüne kim geçebilir ki? Epey acı ve meşakkat sonrasında babam emaneti sahibine teslim etti. Tüm bunlara rağmen Danimarka’daki Türk elçiliği bizimle işbirliği yapmadı. Babamın hastalığının ciddiyetini ve tehlikesini gösteren, tedavi edildiği hastaneden alınmış raporları sunmamıza rağmen ne babamın ölümünden önce ne de sonra bize yardımcı oldular. Merhametsizliği tercih edip randevu almamızı istediler ve 2024 Mart’ından (bundan bir sene sonra) başka randevu tarihi yoktu. Babam vefat etti. Onu ne görebildik, ne toprağa verebildik. Benim, kardeşimin ve annemin kalbinde bir sızı kaldı. Onu görmeyeli neredeyse dört yıl olacak.


-Sama 18 yaşında bir Suriyeli, 8 yıldır Danimarka'da yaşıyor.





Gurbet Hikayeleri Türkiye'deki göçmenlerin şahsi deneyimlerinin kamuoyu ile buluşmasını hedefleyen aracı bir mecradır. Bu yazı yazarın şahsi tanıklığını yansıtmaktadır.

bottom of page