top of page

Şşşt!



Bugün anlatacağım hikâye, 14 yaşında bir çocuk olarak doğduğum yeri, Halep’i terk etmek zorunda kalıp Türkiye’ye gelmemden çok kısa bir süre sonra yaşandı. Buradan bakınca ufak gibi gelebilecek bir olay ama o zamanlar bende yarattığı etki hayli büyüktü.


Geçinebilmemiz için benim okulu bırakıp herhangi bir işe girmem gerekiyordu. O zamanlar yeni gelenler, öğrenilmesi kolay ve bizim ülkemizde de yaygın ve tanıdık bir meslek olmasından ötürü, çoğunlukla tekstile yöneliyordu. Tabi, benim okulu bırakıp mesaisi 12 saat olan ve gösterdiğim performansa karşılık ücretin çok düşük olduğu bir işe girmem kâbus gibi bir şeydi ama o zamanlarda başka bir seçeneğim yoktu.


Basit görünmekle birlikte beni çok rahatsız eden o olay da bu atölyede yaşandı.


İsmimin Türkçede telaffuz edilmesi bir nevi zordu, bu yüzden herkes anladığı gibi telaffuz edip çok farklı bir isim ile çağırırdı beni. Alışkın olduğum için bu kadarına razıydım. Fakat beni hem kültürel hem de psikolojik olarak asıl şoka uğratan şey o ünlem oldu:


“Şşşt!”


Patronun kardeşi olan ve arkamdaki tezgâhta iş gören kişi, adımı öğrenmeye çalışmaktansa, bana iş buyurmadan önce böyle seslenmişti. Bunun, burada günlük dilde yakınlarınla veya bazen tanımadığın insanlara seslenirken kullanabileceğin bir ses olduğunu artık biliyorum, ama bizim dilimizde sadece hayvanlara seslenmek için kullanılırdı. İlk gün garipsedim ve sessiz kaldım, ama öbür gün bu devam etti. Bir sonraki gün de.


“Şşşt!”


Sesin geldiği yere dönerdim. “Makası ver!”


Ve ondan sonraki gün de.


“Şşşt! Ütüye geç!”


Kafamı gönülsüz ve istemsiz de olsa çeviriyordum. Öyle ki atölyede adı “Şşşt!” olan biri vardı, o bendim, o sesi ne zaman duysam üstüme alınır hale gelmiştim. Bu durum gururumu incitiyordu. Cesaretimi toplayıp yanına gittim, onu uyardım. “Benim bir adım var” dedim, “bana adımla seslen!” Beni dinlemedi, o sesi kullanmaya devam etti. Bana bir hayvana, bir nesneye, atölyedeki herhangi bir eşyaya seslenir gibi seslendiğini hissediyordum. Gerçi öyle bile değildi, makasın, ütünün, dikiş makinesinin bile adı vardı, ama ben kaybolmuştum, ismim gidince atölyenin tam da o puslu, nemli, karanlık ortamına uygun bir hayalete dönüşmüştüm.


Bundan kurtulmanın tek yolunu birkaç hafta sonra buldum. Atölyedeki, hatta yabancısı olduğum bu memleketteki ilk “isyanımdı” bu: Sabah işe gelip tezgâh başına geçtim, az sonra sırtımdan aşıp kulaklarıma tırmanacak o sesi bekliyordum.


“Şşşt!”


Bakmadım. Bir daha seslendi, yine bakmadım. Duymadığımı düşünüp sesini yükseltti. Yine bakmadım. İsmimle seslenene kadar bakmayacaktım.


Bu tavrım iş ortamında bir gerginliğe sebep oldu ama umurumda değildi. Böyle basit ama alçaltıcı tavırları kabullenirsem ilerde daha büyük saygısızlıklarla karşılaşacağımı biliyordum. O gün, o yaşta, yeni bir ülkede benliğimi korumaya ihtiyaç duymuştum. Coğrafyalar arasında yok olan kimliğimi muhafaza etmeye çalışmış, beni kuşatan, bu kalabalığın içinde kaybolma korkusunu, beni ben yapan ismime tutunarak yenmiştim.


Bu minik isyanım başarıyla sonuçlandı. Patronun kardeşi, ünlemlerine boynumu kıpırdatmadığımı görünce, önce gurur yaparak buyurduğu işi kendi halletti. Sonra altından kalkamadı. Tek çare ismimle hitap etmek oldu:


“Vail!”


-Vail 21 yaşında, Suriyeli bir öğrenci. 14 yaşından beri Türkiye'de yaşıyor.





Gurbet Hikayeleri Türkiye'deki göçmenlerin şahsi deneyimlerinin kamuoyu ile buluşmasını hedefleyen aracı bir mecradır. Bu yazı yazarın şahsi tanıklığını yansıtmaktadır.

bottom of page